31 Aralık 2012 Pazartesi

Sevgiliden Allah'a Giden Yol


Blogum Dergisinin Ocak Sayısında, 22. sayfada yayınlanan yazıma burdan da ulaşabilirsiniz...
Blogum Dergisine teşekkürlerimle...

http://blogumdergisi.com/ocak-2013-sayimiz-yayinda/

Sevgiliden Allah'a Giden Yol





Sevgiliniz oldu mu? Size bir dağı gösterip sonra da oradan aşağı mı indirdi, yoksa bir dağa çıkartıp oradan dünyayı mı seyrettirdi? Sevgiliniz kimdi?

‘Kadın’ ya da ‘erkek’ olduğunuzu hissettiğiniz andan itibaren adım adım yeni bir gerçekliğe doğru yol alırsınız. Bu gerçeklik bir maceradır. Aç ve susuz kalınıp, doyulduğunda da mutluluğun doruklarına çıkılan bir serüvendir. İsteyen mutlaka bulur, ama bulduğu asıl istediği midir bilmez…

Yirmi sekiz yaşındayım. Yirmi sekiz yıldır Allah’ı bulmak için yanıp tutuşuyorum. Yirmi sekizinci yılımın sonlarına doğru Allah’ı ancak aramak için yanıp tutuştuğumu görebiliyorum. Önce Allah’ı arayabilmek için yanmak gerek. Sonra da tutuşur hale gelebildiğin an, artık bulup bulmadığını bile soramamak…

Hatırladığım kadarıyla yirmi dört yıldır sevgili’mi arıyorum. Beni Yaratmış Olan’a duyduğum özlem sanki bir nehrin yatağının kademelerinden iniyor ve bir beşerin üstüne düşüveriyor. O beşeri arıyorum. Dört yaşından beri, yoğun duygularla seveceğim sonra da yoğun duygularla sevileceğim o beşeri arıyorum. Ne anneme, ne babama, ne dostlarıma, ne rehber bildiklerime ne de meleklere duyduğum sevgiye benzer bir sevgi bu. Önce mana veremiyor sadece hissediyorum. Büyüdükçe kadın ve erkeğin birlikteliğinden haberdar oluyor, biraz daha büyüyünce cinsiyet ve cinselliğin manasını kavramaya başlıyor, karakterim büyüyüp genişledikçe, zihnim derinleşip boyut kazandıkça da ‘aşk’ diye tanımlanamaz bir kavram olduğu gerçeği ile karşılaşıyorum. Birgün geliyor ve kalbim bir erkeğe karşı hiç olmadığı gibi kanat çırpıyor. İlk kez bu kanat çırpışın özgürlüğe mi yoksa tutsaklığa mı doğru olduğunu ayırt edemez halde yüreğim… Sadece çırpmak istiyor kanatlarını, hem de durmaksızın çırpmak.

Gün geliyor ve kanat çırpmalarının tutsaklığı ile yüzleşiyorum. O noktada dağın tepesinden aşağı yuvarlayan oluveriyor sevgili. Severken var ediyor derken, severken ya da sevilirken yok ediyor.
İsyan dalgalarının okyanusa açıldığını keşfettiğimde ise bu sefer ‘aşık’ olan ben, acı çektiren sevgili’den soyutlanarak, ‘Aşk’ın kendisine bırakıveriyor kendisini. Bütünleşmeyi bedende değil, İlahiyetin ruhunda arıyorum. Bulmasam da, bu bana iyi geliyor. Okyanusun içinde özgürlüğü ve hakiki sevgiyi tattığımı düşünürken, gün geliyor ki içinde yüzdüğümün sınırsızlığı beni boğar gibi oluyor. İşin içinden çıkamıyor; sanki o sınırsız okyanustan aldığım ‘sınırlı’ hislerden çıkamıyorum. İlahilik zannettiğim kocaman bir boşluk mu, yoksa beşer-ötesi bir sınırsızlık mı bilemiyorum. O gün, geri dönüyorum aşık ben. Maşuğun o okyanus olmadığını anlamaya, sezmeye başlıyorum.

Tüm bu yolculuğu adım adım yapmamış, detaylarını bu haliyle yaşamamış olsanız da, her aşk, başladığı gibi yükselir, yükselirken parlatır, durduğu zaman aşağı indirir ve sonunda da daha geniş bir yere açılır. Bu genişlik bazen yeni bir sevgili, bazen yalnızlık, bazense İlahilik’tir. Ne olursa olsun aşk olgunlaşmış, kendisi olgunlaşırken sizi de olgunlaştırmıştır. Sonunda da ‘büyütmüştür’ sizi. Artık aşk hakkında konuşabilen hatta yazabilen ve akıl verebilen birisinizdir. Bir tarafınızda önce kendinizi ve hatta sadece kendinizi sevmeniz gerektiğini söyleyen kişiler ve kaynaklar, öte yanınızda aşkın acısız olamayacağını söyleyen ve ‘ötekini’ hep daha çok sevmeniz gerektiğini söyleyenler vardır. Dört bir yanınızda bir grup kader vardır. Sizinki kimseninkine benzemez, benzese de benzemek istemez. Bu noktada yuvarlandığınız ‘dağ’, kendi dağınızdır artık, sevgili’ninki değil.

Hakiki okyanusu bulmak için yeni bir yola mı çıkacaksınız? Okyanustaki yeni bir damlaya aşık olmayı mı umut edeceksiniz? Sizin bir damla olarak okyanustaki aksinizi mi seyredeceksiniz? Her gördüğünüze bir damla olarak sarılacak mısınız? Her gördüğünüzü damla olarak görebilecek misiniz? Her gördüğünüzü okyanustan bilebilecek misiniz? Okyanusu ‘biraz daha’ bilmiş olabilecek misiniz? Okyanusu hiç bilemeyeceğinizi mi kabul edeceksiniz? ‘Okyanus yokmuş’ diyerek başınızı kuru kumlara mı gömeceksiniz?
Sevgili ve Allah arasında okyanus değil, okyanuslar var… Benle sen arasında damla değil damlalar var. Sevgili ile sevgili arasında su değil susuzluk var. Beşerde bitip tükenmeyecek bir susamışlık var…

Yirmi sekiz yaşındayım. Yirmi sekiz yıldır Allah’ı bulmak için yanıp tutuşuyorum. Yirmi sekizinci yılımın sonlarına doğru Allah’ı ancak aramak için yanıp tutuştuğumu görebiliyorum. Önce Allah’ı arayabilmek için yanmak gerek. Sonra da tutuşur hale gelebildiğin an, artık bulup bulmadığını bile soramamak… Sormadan tek bilebildiğim, aradığımın ne sevgili ne de yalnızca Allah olduğu. Özlemimin ne damlaya ne de sadece okyanusa olduğu. Benim ne sadece bir damla ne de okyanus olduğum. Sevebildiğimin ne su, ne de susuzluk olduğu.

Tek bilebildiğim suyun bu satırlarda dolaşıp okuyana uzandığı. Okuyanın ne bir damla, ne okyanusun kendisi oluşu… Okuyanın ben’le sevgili arasında, sevgili ile Yaradan arasında, aynı sudan içmiş ve içmekte olduğu…


Özge Esirgen

12 Aralık 2012 Çarşamba

Tüm Gücünle 'Evet' diyebilmek


                        Tüm Gücünle 'Evet' diyebilmek






    Hiç hayatınızda 'tüm gücünüzle evet' dediniz mi?
 Oysa, tüm gücünüzle 'hayır' dememiş olsanız da, en azından denemiş olduğunuza eminim. 
   Hayır demek kolay gelir. 'Güçlü' gelir.
  Reddetmek bize kolay gelir. 
  Bizler zorunlu olarak, itaat edercesine 'evet' dediğimiz zamanlarda da kendimizi reddediyor oluruz. 
 Dahası, durumu da reddediyor oluruz. Durumun içine 'karışmadan', 'uyumlu' görüntüsü altına gizleniriz. Bu bize kolay gelir. Bu gibilerimiz 'hayır' demeyi öğrenme çalışmaları yaparlar.

Her ne olursa olsun, sürekli reddediyor olduğumuz bir gerçek.
Kimilerimiz 'hayır' diyerek reddetmeyi seviyor, kimilerimiz de 'evet' diyerek...

Gerçekten, yürekten, bilinçli ve en önemlisi de güvenle evet demek mümkün mü?
Sorulana, talebe, istenene: 'Evet' demek gülümseyerek.
O öyle bir gülümseyiştir ki, 'Evet' dediğiniz her ne ise, o an olmuş ve yaşanmaya başlamıştır bile.
Siz 'yaratmış' olursunuz o an o 'Evet'le.
Tanrı biliyordur 'Evet' dediğinizi.
Herkes duymuş ve size katılmıştır adeta.

Evet, o an, öyle bir 'Evet' te, tüm herşeyi yanınıza almış olursunuz. Herşey sizin o 'evet'inizin ardından gelecekleri yaratmak için harekete geçer.
Siz kendinize evet demişsinizdir aslında.

Kendiniz olmaya başlamışsınızdır. 'Evet' dediğiniz için, karşınızdaki de siz gibidir artık. 

Bir insanla, bir olayla ya da herhangi birşeyle olan her karşılaşmamıza, 'evet' diyerek başlamak nasip olsun.






7 Aralık 2012 Cuma

İnsan Melekler






23.11.2012. Sıradan bir gündü belki de. Benim içinse Dünya'nın kalbine dair 'bir an daha çok' hissettiğim bir gündü... Dünya bir zaman'sa, kalbinin zamanı; zamansızlıktı... Ben de 'bir an' daha yaklaştım, kokusunu duydum, vardım...


Dünya.

Şimdi artık herkes, onun için yaşıyor...
Toprak... Ne büyükmüş...
Hava, ne engin...
Taşlar, ne kadar yaşlı...

İnsan,  tüm bunların içindeki yerini kavrıyor...

İçinde yer aldığım yirmi üç kişilik bir grupla, birbirimizin, hayat'ın, zaman'ın içinden girdik...

Dünya'nın kalbine doğru 'bir an' daha yaklaştığım o an, gözyaşlarımız ilk kez gördüğü 'dünya toprağını' suluyordu... 
Bizler, ilk kez dünyanın zamansız olduğunu, sevgisinin zamansız olduğunu, insan tarafından dokunulmaya muhtaç olduğunu görüyorduk...
'Yerli' tarafımı, Doğa Ana'ya ait olan bedenimin 'yerliliğini' hissediyordum...
İnsan, insana dokunuyordu...

Tüm bunlar, çevirmeni olarak katıldığım, ilhamlarını kadim bilgelikten ve yerli kabilelerden alan bir çalışmayı izlerken oldu. Bir 'yeniden doğuş' (rebirth) çalışması idi. Yedişerli gruplar halinde her seferinde bir kişiyi yatırarak, onu 'yeniden doğurtuyorlardı'. Doğan kişi, melekleri tarafından karşılanıyordu: insan melekleri...

Melekleri hissederken, 'yeniden doğumu' yaşayan arkadaşımıza doğum melekleri olarak yaklaşan ve onu sarmalayan diğer arkadaşlarımızı, insan melekleri gördüm...

Gözyaşlarımız,  tıpkı bir Gökyüzü gibi sulayan, tıpkı bir Ağaç gibi sulanan İnsan'a akıyordu... 
O an Doğa Ana'nın, o an Doğa Ana'yı bilen tüm 'yerlilerin' bizimle olduğunu biliyordum...

Bizler buranın yerlisiydik... Dünya'nın yerlisi bizdik...
Doğmuş, bedene girmiştik ve suluyorduk...
Sadece o kadim Dünya'nın kadim kalbini, sessizliğin ve zamansızlığın yeri o Dünya Kalbini sulamak için burdaydık...
Gözyaşı olarak da gözlerimizden akıyordu o an...
Su gibi, tüm sınırları aşıyor, bizi birbirimize katıyordu...

Meğer ne çok kandil varmış yeryüzünde. Meğer denizlerin altında ne çok bilinmeyen gerçek, kapıların ardında ne çok görülmeyen, ne çok söylenmeyen varmış... Ne zaman ulaşabiliyoruz? 'zaman'ı kaybettiğimizde...
O an geldiğinde, aslında o an'ın olmadığı hiçbir zamanın olmadığını görüyorsunuz...
O an hep'miş, o an hiç'miş...




Tüm bunları, bugün öğrendiklerim sonrasında dile dökebildim...
Bugün, insanlık tarihini yeniden, bir kez daha yazıyor olduğumuzu, bu işin devamlı olduğunu ve kapsamının da hep daha da genişlediğini gördüm.
Yeryüzünün dört bir yanında, yerliler, şehirliler, köylüler ve hatta dünyadışı varlıklar büyük bir faaliyet içindeydiler...
Herkes, hatırlama ve hatırlatma sürecinde...
Herkes, birbirinin elinden tutuyor... Hiç bilmediğimiz bir şekilde elinden tutuyor.
2012 tüm şanı ile kalpten kalbe akıyormuş...
Akışının böyle olduğunu bilmiyordum.
Herkesi, herşeyi sardığını, hissetmeyen varsa, ancak farkında olmadığı için hissetmediğini gördüm.

İnsanlık geri geliyordu.
Irkı ile, geçmişi, Kendisi ile...
Bizler, hepimiz, ona bir yer açıyoruz...
Kalbimizin en derininde, ve her parçamızda.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Sağlık-sız olmak...


Dis-ease: Hastalık, rahatsızlık.

İngilizcede dis-ease hastalık, rahatsızlık demek. 'Dis', birşeyin olmayışını belirtir, 'ease' ise rahatlığı, zevki ve refahı. Hastalık: disease olarak adlandırılmış. Rahatlık, zevk ve refah olmadığında, 'hasta' olarak adlandırılıyoruz. Öyleyse aslında rahatlık, zevk ve refah var ve biz 'olmayış' hallerini seçiyoruz. Bunu da bir sebepten dolayı yapıyoruz: rahatlığı, zevki ve refahı daha iyi anlamak, daha doyasıya anlamak, daha derinden ve kapsamlı deneyimlemek için.

Hastalıkların artık devrelerini kapatacağı bir döneme girdiğimizi hissediyorum. Artık 'rahat' sız olarak 'rahat'ı görmek yerine, doğrudan 'rahat'ı göreceğimiz bir döneme girdiğimizi biliyorum. Doğrudan 'rahat'ı görmek, artık elimizde...
Zannederim ki, neden kendimizi 'rahatsız' etmiş olduğumuzu anladıkça, bu yeni döneme ait olacağız. Birşeyin yokluğu, eksikliği, bozukluğu üzerinden o şeyi anlamaya çabaladık. Fazlasıyla dahice...

Hep tersten gitme prensibini uyguladık. Böylece denenmemişi deneyebildiğimiz an, kıvılcımlar çıktı, buluşlar, icatlar yapıldı, formüller çözüldü.

Bu arada 'deli' diye bir kavram atıldı ortaya. 'Dahi'nin yanına kondu.

Artık hepimizin deha olduğunu anlamanın vaktinin geldiğini biliyorum. Hepimizin elinde aynı iplik var. Tek yapmamız gereken, tersten örmeye başlamak.






7 Kasım 2012 Çarşamba

Sultanahmet Sabahı...


Pembeli, Morlu bir sabah...


Pembe: herzaman şekerli, hep yenileyici, hep de taze tutan bir içecek...
İçer içmez neşe veren, yepyeni ve bambaşka hissettiren, hatta dolaştıran ve dolaşma, dolanma, gezme isteği ile dolduran ''pembe''...

Bu sabah 'beklemediğim şekilde' beni Sultanahmet kaldırımlarına getiren Pembelik'ti.
Kalbimdeki pembe, tadımdaki şeker pembe.
Aşk ve sevgi'nin pembesi, güller gibi yayılırken etrafıma, yanımda 'benden biri' ile yürüdüğüm yol açık pembeydi...
Ve Mor'a bıraktı kendini yol uzarken...

Mor: Düzenli, sorumluluk sahibi, doğrusal, net ama akışkan bir Sevme ile İleri doğru yürüyen, açan, yollar açan ''mor.''
Temiz insanlara yönelen, en ufak bir pürüz görür görmez düzelten, düzenleyen, mükemmelleştirerek ilerleyen mor...

Beklemediğim şekilde Sirkeci'den Sultanahmet'e geçerken, aslında 'herşeyi biliyor' olduğumun bilinci ile yürümeye başlamıştım yolun sonlarına doğru. Aslında yolun başından beri bu bilinçleydim. Zaman yoktu ki 'bildiğin an.' Biliş vardı. Seziş, bambaşka bir hal alırdı. Gülümsetirdi. Hem kendini hem karşındakini.

Uzun süredir konuşmak istediklerimi, beklemediğim bir zaman'da hem pembe hem de mor'un içinde konuşmuş oldum böylece. Yanımdaki kişiyle, hep gördüğüm ama kimi zaman yabancılaştığım kişiyle, mor ve pembe aracılığı ile konuşma yaptım... Güller hem mor hem pembeydi... Ellerimde tutan bendim gülleri... Ellerimde tutabildiğim için yanımdakine verebilen de bendim.

Neyi takip edebiliyorsam, onu kazanıyor ve verebilecek hale geliyordum. Yürüyüşüme sevgi, yüzüme gülümseme, kalbime sıcaklık ve dürüstlük kattım böylece. Ve yalnızca 'paylaştım'. Pay ederek değil, benim bildiğimi onun bilerek... Gördüm; ancak o zaman onu kazanıyor ve ona istediğini ve istediğimi, ona onu ve kendimi verecek hale geliyorum...




2 Kasım 2012 Cuma

O, ben, o



              Kendim olmakla, o'nun olmak arasındaki gel-git...
              Kendim olmakla, O'nun olmak arasındaki akış...
              O'nun olmakla, o'nun olmak arasındaki zıtlık ve paralellik...

Dolayısıyla geliyor, gidiyor, akışı yaşarken, zıtlığı ve parallelliği fark ediyor fakat tüm bunları toparlayarak bir BİZ ortaya çıkartmak için daha ne çok yol yürümem, 'emek' vermem gerektiğini görüyorum. Emek şuurla, bilen bir sevgiyle, hayra hizmeten verilen emek.

Karşımda, yolu beraber yürümeyi seçtiğim eşim; bir karşı cins. İçimde, yolu yürüdüğüm, sürekli gelişen bir dişil-ben. o da gelişiyor. Birlikte yürürken, adımlarımız birbirine dolanabilir. o hızlı gitmek isterken, ben mola vermek isteyebilirim. o durup gözlerime bakmak isterken, ben elimle o'na gökyüzünü göstermek isteyebilirim.
Bir de 'O' var. Kendisine doğru gittiğimizi zannettiğimiz. Zaman zaman O'na adanmış olmakla kendimizi beslerken,  O'ndan uzaklaştığımız... Paralellik burda: o'na odaklanmış ve adanmış zannederken, o'ndan da uzaklaşabiliyorum... Zıtlık: bu noktada, O'nu ve o'nu zıt sanmaya başlıyorum.
Bu odaklanma, bu adanmışlık aradığım ve Yüreğimde Getirdiğim değil öyleyse...
Cennet manzarası karşısında, o elini benim omzuma atmış, ben de elimi onun omuzuna, elimde papatya, değil.
Çocuk değiliz çünkü.

Büyüdüğümüzden mi? Yoksa bir türlü o çocuk saflığına geri gidememekten mi?

Çocuk, o'nu ve kendini pek ayırmadığı, kendisi ve o arasında ciddi sınırlar çizmediği için, O'nu, kendisini ve o'nu daha kolay ve rahat birleştirebilir...
Öte yanda çocuk, hiç büyümezse, ne O'nu bilebilir gerçekten, ne de kendisini ve o'nu O yapabilir...
Çocuk büyürken, saflığı ile büyümeli. Çocuk, saflığını taşırken, 'büyüyebilmeyi' bilmeli...

İçimizde o saf yüreği taşıyan çocuk olmadıkça, herşey bambaşka bir hal alır...O, kendin ve o durmadan karışır, ya da çok belirgin sınırlarla birbirinden ayrılır...
Öte yanda, eğer o çocuk büyümemekte direnirse, her ne kadar saf olursa olsun, çocuk kalır ve ne 'kendi' olabilir ne de 'o'. Hiçbir zaman da hakiki O'na erişemez...

Hem büyümüş, hem saf kalabildiğimizde kendimizi ve o'nu olduğu gibi ama ''acımadan'' sevebilir ve O'na doğru yürürken Biz'i yaşayabiliriz...







Pencereyi Açarken...


Gördüklerim, göreceklerimin bir yansıması. Şu an nasıl görüyorsam, öyle görmeye devam etmek için olanak sağlıyorum. 'Açılış' görüyor, paylaşım görüyor, birliktelik görüyor, fırsat görüyor, güzellik görüyor, sevinç görüyorsam, paylaşımı, birlikteliği, fırsatları, güzelliği ve sevinci açmaya başlıyorum demektir. 'Kapanış' görüyor, yalnızlık görüyor, düşmanlık görüyor, talihsizlik görüyor, kötülük ve umutsuzluk görüyorsam, yalnızlığı, düşmanlığı, talihsizliği, kötülüğü ve umutsuzluğu kendi halimle birlikte kendime kapatıyorum demektir. Açtığım ya da kapadığım an'da, pencerenin iki kanadı kavrıyıveriyor insan bedenimin belini; biri gördüklerimi devam ettirmek, ötekiyse gördüklerimin 'öyle' olmadıklarını göstermek üzere. Hangisini seçersem, bir yeni pencere daha açıyorum...
Bugün bu blog'la ilk penceremi 'açarken', paylaşımı, birlikteliği, fırsatları, güzelliği ve sevinci görüyorum. Beni selamlayan o iki kanadın da zannetiğimin çok ötesinde manaları olduğunu bilerek, kendimi 'Pencereme Açılanlara' bırakıyorum...

21:22,   02.11.2012