24 Ekim 2013 Perşembe

Tibet Yolundakiler ve Rüzgar Çanları







Tibet Yolundakiler Ve
      Rüzgar Çanları


Senelerdir,
Sendelemediğim için sevindiğim yanlarından geçerken,
Sonra, dalga dalga şükre doğru geldiğim,
Sessiz içtenliğim, sessiz akışım, sessiz akşamlarım;
Bahçedeki rüzgar çanları
 
Günün içinde geceye doğru uzanan,
Yanlarından her geçişimde beni alemden aleme taşıyan…

Alem, sessizlikti…
Aslen sessizken, nasıl alemden aleme gittiğimi bilmeden,
Bir uzanış, ve büyüyüştü işittiklerim…
Ben, beni büyütüyordum,
Tibet ve hatırlattıkları,
Beni büyütüyordu derinden.
Derinden ve ses etmeden…
 
Sesin, aslında sadece görüldüğü,
Dalgalanmalardan uzak,
Davetli için, en derine dalış,
Dalınan yerde,
Anlık da olsa huzur bulunan,
Daha da derine ineni Hakikat’e çağıran;
Rüzgar çanları…
 
Nerelere götürmedi dinleyenleri…
Nereleri getirmedi ki İstanbul’da naçizane bir sokağa…
Tapınak duvarlarının hareketi,
Duanın, sessizlikle buluşmaya doğru aldığı yolda,
Geçip de giderken, susup da dinlemeden olamadığım,
Evimin kapısından her girişimi değiştiren,
Evveliyetin gizli davetkarı;
Bir eşlikçi,
Eşlikçi; Rüzgar çanları…

            ***

Tibet’in karlı yolları,
Ne soylu ruhları ağırlarken,
Ben de dua ettim bilmeden…
Çanlar, burda ve Tibet’te,
Dua ediyorduk hep birden…
 
Sarıyer’den taşınırken,
Mayıs  2010




14 Eylül 2013 Cumartesi

SEVGİ'M


 


SEN, SEVGİ'M,
                    İMAN'SIN

Aldığım tüm ışıklar, bilgiler,
Birşeyi işaret ediyor da, 
Ben gerçekten ne istiyorum? 
Onların işaret ettiği şeyi ne kadar istiyorum? 
Azsa isteğim, ne yapabilirim...
Çoksa, neler yaparım...

Kolay mı? Bunca emek verilen o içerdeki çocuğu dışarı çıkarabilmek?
Kolay mı ona anlatılmış olan herşeyi silmek?

Kendim olduğumda mutluluğu bulduğum için değil,
Kendim olduğumda, herşey mutluluk!
Ben mutluyum. 
Bana bir kez daha kendim olma şansını verselerdi, 
Eminim bu kimliğim, bu gözlerim, bu saçlarım, 
Bu tenim, bu kalbim olurdum.

Eminim, bana bir kez daha kendim olma şansı verdiler, 
Ve ben bu kişiliğim, bu yüzüm, bu kolum, bu bacağım, 
Bu bedenim, bu özge'm oldum.

Eminim, sen, okuyan sevgi'm,
Sana bir kez daha kendin olma şansı verdiler, 
Ve sen bu sevgi'n oldun. 

Bize, eminim ki, son şansları da verdiler.
Biz, eminim ki, son şansın içindeyiz. 
Dünyaya bir kez geldiğimizi anladığımızda, 
Sonsuzluğun kıyısında olduğumuzu görecek 
Ve bırakacağız kendimizi oraya. 
O zaman oradan düşmek de uçmak demek, biliyor muydun?

Orada yükselmek ve düşmenin olmadığını, 
Kendini bir kez bırakanların, 
Artık ne yükseldiklerini, 
Ne de düştüklerini biliyor muydun?

'Bir kez daha gidiyorum.' demene gerek kalmayacak o an.
Bir kez daha pişman olmak, 
Bir kez daha dönmek zorunda kalmayacaksın o zaman.

Sen, sen olacaksın o zaman.
O zaman giden sen'le, gelen sen aynı olacak.
Bileceksin ki sana ömür diye biçilen, 
Senin eline alıp da kestiğin bir tutam iman...

İman ettin ki, buradasın sevgi'm.
İman et ki, sen sadece, Sen Olmaya geldin. 



* Şiiri okuyan herkesin içindeki sevgi'ye ve kendimdeki sevgi'ye yazılmıştır.

 Bu şiiri, bana sevgi yolunu açan, sonsuzluk yolundaki tek rehberim Sevgi Ersoy'a ithaf ediyorum.
 Yaradılmış olan herşeyde aynı sevgi'nin bir nabız gibi attığını bana gösterdiği ve göstermeye devam ettiği için...



3 Mayıs 2013 Cuma

İstanbul



Ve Gök Söyledi...

Bir dahaki bahara kadar hiçbir şey kalmadı. Zaman tersine döndü ve her yeri suladı. Sular altında bir şehir, İstanbul’a da benzer, başka göçmenlere de.


Göç zamanı gelince, hep böyle mi olur bu şehrin akşama inişi? Durup durup eğilerek, kalkıp yeniden adım alıp, öyle yürüyor şehir akşama. Önde akşamdan kalma bir kafile, arkada henüz sabahın gözleriyle gören gençler...

Tabiat odur ki, bu yaşa gelince kadınlar yavrularına bakar, hayat yürütürler. Hayal kuran bir takım olmasak da, gelecek bize yuvalar getirecek denirdi bazen aramızda. Bir Göç alayının, en doruk yaşlarımızın manâsı olacağı, susup susup yeniden başlayacağı, kolay gelmedi akla. 

Bugün yedinci ay. Irmak sayıyor. Irmak hem yanımda yürüyen Irmak, hem yanımdan geçen ırmak... Ben aralarında karadan suya geçiş, hem duran hem akan. Göç ile yoğrulmuş, gönderilmiş nefesler elimde; ben taşıyan. Fazla konuşamıyoruz, seslerimizi saklamalı, biriktirmeliyiz adeta. Önümüzdeki yollarda, Sessizlik içinde bir ses olabilmeli.

Bir an geliyor, olur da yolda kızlar doğurursam nasıl büyütürüm diye düşünüyorum. Olur da büyürlerse nasıl sığışırız diye bakınıyorum. Sonra bir an daha geliyor, bomboş geçip gidiyor. Hep söylenilen o boşluğumu görüyorum.  

İstanbul göç ediyor, tüm hareketi, tüm sağlamlığı ile. Yüzyılların Sarnıcı, yerinden kalkıyor. Biz Göç’ün içinden geçiyoruz, duvarlar elimizde. ‘Şehir üstüme geliyor.’ diyor Deniz. ‘Şehir üstümden gidiyor.’ diyorum. Şehir ne zaman varacak, ne zaman buluşacak, bilmiyoruz.

Önde yol alan kafilede yaşlı büyüklerin ağıtları, arkadan gelen yeni yerlere bırakılacak Güneş ışıkları…

Arkada kalmış hissediyoruz, bize sonsuz diyorlar, bizse hangi ağızdan çıktığımızı arıyoruz.  

Şehir akşama doğru yaklaşıyor. Şehir bir kız olsaydı, kadın olmuş olurdu diye düşünüyorum. Ne üstünden beni görür mavi olur, ne sarnıç altından altın olurdu…

İleride bir kâşif, ona ‘kurban’ın rengini verecek er geç. 

İstanbul sırlarını açıyor, hayretler içindeyim. Doğruluyor, doğuruyorum.  

Kızların sınırlardan içeri girişleri her şeyi değiştiriyor; Irmak, Deniz, ardından Pınar. Pınar’a doğru yaklaşırken, yolun yolcusu yürekler, aramızda köklü birer ağaç mı, yoksa savrulan birer yapraklar mı, hissetmek istiyorlar.

Yüzlere damlalar değiyor. İçimden dışıma, ağlıyoruz.

Rahmet ediyor.






İndigo Dergisi'nde yayınlanmıştır...

30 Nisan 2013 Salı

Balkan Kızı

2008 yılında İndigo Dergisinde yayınlanmış bir yazım:

Balkan Türküsü
Adriyatik, Ege ve Karadeniz’in Ortasındaki Tüm Resimde, Koca Bir Gözyaşı Kalp Gibi Atıyor; Balkanlar…
Sevgili Mimmy,
Bütün pencerelerimiz kırıldı. Sadece benim odamın penceresi henüz kırılmadı. Kırılmalarının nedeni yine hemen karşımızdaki Zoka’nın kuyumcu dükkanına bir merminin düşmesi. O sırada evde yalnızdım. Annemle babam arka bahçede öğle yemeğini hazırlıyorlardı, ben de yukarı masayı hazırlamaya çıkmıştım. Birden korkunç bir sesin ardından camların kırılma sesini duydum. Çok korkmuştum, koridora doğru koştum. Aynı anda annemle babamı kapıda gördüm. Nefes nefeseydiler, endişeyle ter içinde ve renkleri sararmış bir şekilde beni kucakladılar ve kilere koştuk, çünkü genelde mermiler art arda geliyorlardı. Olup bitenlerin farkına varınca ağlamaya ve titremeye başladım. Herkes beni sakinleştirmeye çalıştı, ama sinirlerim çok bozulmuştu. Kendime çok zor geldim.
Evimize döndüğümüzde yerleri cam kırığı içinde ve pencereleri kırılmış bulduk. Camları bir kenarda toplayıp pencereleri plastikle kapladık. Bu mermiden ve şarapnelden ucuz kurtulmuştuk. Bulduğum bir şarapnel parçasını ve bir merminin kuyruk kısmını bir kutuya koydum ve o sırada mutfakta olduğum için Tanrıya şükrettim, aksi takdirde yaralanabilirdim...KORKUNÇ! Bu sözcüğü kim bilir kaç kez kullanmışımdır. KORKUNÇ. Etrafımızda o kadar korkunç şeyler oluyor ki. Günlerimiz korkunçluklarla dolu. Belki de biz Saraybosnalılar gün kelimesinin adını değiştirip ona korkunçluk adını verebiliriz çünkü gerçekte yaşadığımız bu- korkunçluk. (Zlata’nın Günlüğü kitabından) 
Zlata Filipovic 1980 Saraybosna doğumludur. Sırp ve Hırvat kökenli, Saraybosnalı müslüman bir anne babanın tek çocuğudur. Onbir yaşında günlük tutmaya başlamış; savaşla birlikte günlük, belgesel niteliği kazanmıştır. Anna Frank’ı model alan Zlata’nın günlüğü, Fransa’da basılınca, Zlata ve ailesi Aralık 1993 Bosna’dan çıkabilmiş ve Saraybosna vahşetini anlatmak için uluslararası aktivitelere katılmışlardır.  
Zlata 1992’de yukarıdaki dizeleri yazarken renksiz günlüğüne, ben başka bir kalemle, pembe bir günlüğe, daha farklı şeyler yazıyordum 8 yaşımda. Başka şeyler konuşturuyordum oyuncak olan askerlerime. Bugün 24 yaşımda, savaşın o günlere kıyasla hiç de azalmadığı bir dünyada, Zlata’nın yüzünü görüyor, onun savaşlı çocukluğu ile tanışıyorum. Haritaları açıp Saraybosna’ya bakıyor, sınırlarındaki göçmen mirasımı görüyorum. Biraz daha, iyice, bakıyorum, ve gözlerim, binbir kişinin gözleriyle buluşuyor, Adriyatik, Ege ve Karadeniz’in ortasındaki tüm resimde, koca bir gözyaşı kalp gibi atıyor; Balkanlar…Sonra Balkan savaşlarına da gidiyor, içeri giriyor, ailemi alıyor, geri geliyor, oturuyor, dökülüyorum. En çok da birbirinden küçük kızları görüyorum. Dökülüyorum.
Balkan Kızı
 
Bazı bazı elinde birkaç su dolu küp,
Bazı gece yüzünde gözyaşı o su,
Gündüze de sarktı mı acın,
Artık bu ateş en dip köylerine de inmesin sakın?
 
 
Balkan kızı,
İçimde binbir türkü,
İçinde binbir yangın köyüsün.
Dudağım, ağzımda kalmış son türküm,
Ellerimde annemden kalan bir çamaşırım,
Yıkayalım diye, yıkanalım diye,
Binbir gündüzsüz gecenin,
Bir damla daha su olsun diye edilen duasısın.
Balkan kızı,
Gözlerim, resmi olmayan savaşlı ellerin,
Kanı tanımayan ama resimleyen ellerin,
Bohçam, anneannemin göçerken getirdiği yastığım,
Senin uyuyamayan gecelerin.
 
Balkan kızı,
Aşka dili dokunmamış,
Ona eller dokunmamış,
Yüreği bakir,
Sesi türkülü,yaşının yaşlısı kız.
 
Balkan kızı,
Başörtün, geçmişinin gizi,
Anı sandık’larının ağır yükü,
An be an saydığın,
Günü geçmez sandığın,
Bir türkü sözüne bürünmüş gözlerinde,
 çoktan kaybolmuş hayat…
‘ ‘yaşa’ desinler’ diyorsun…
‘Yaşam aktı soyuma doldu, soyum yazgım oldu…’
Yaşarım gene de…’
Gene de yaşarız seni.
Bu toprak da yaşarken doya doya.
 
Yüreğim, önlüğünün ağır duman yutmuş tozu,
Yüreğinin bağırsa da sesini dinletemeyen havası,
Bundan mı geldin sen her türküye de,
Bazen ettin belli,
Bazen etmedin.
 
Yüreğim, gönlünün sesiyle bir bilinmeyen türkü,
Açlığım, soframa alıp doyurduğum kayıp gençliğin.
Yazgın, ellerimde birkaç çizgiden çok ötesi,
 
Balkan kızı,
Yüreğin, mirasımın uzanışı,
Yüreğim, gönlünün kardeşi.
Zlata’nın hala yankılanan, ve yankılanmaya devam edecek sesi için… 1993’ten beri ne değişti?...
Günlük’ten, 17 Ekim 1993, ‘Politik cephede yeni bir şey yok. Onlar pazarlık yapmakta; bizler de ölmekte, donmakta, açlık çekmekte, ağlamakta, dostlarımızdan ayrılmakta, sevdiklerimizi geride bırakmaktayız. Sanırım politikanın anlamı, Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar demek oluyor, ama bunların hepsi insan. Hepsi de birbirinin aynı. Hepsi insana benziyor, birbirlerinden hiç farkları yok, hepsinde kollar, bacaklar ve kafalar var, hepsi yürüyor ve konuşuyor, ama onları farklı yapmak isteyen ‘bir şey’ var.
Dostlarımızın, ailemizin içinde Sırplar da, Hırvatlar da, Müslümanlar da var. Kimin kim olduğunu asla bilmem. Şimdi politika “S”, “H” ve “M” damgası vurup insanları birbirinden ayırmak istiyor. Bunu yapmak için dünyanın en kötü, en kara kalemini seçmiş bulunuyor – savaşın ölüm ve ıstırap heceleyen kara kalemini kullanıyor.
Acı çekiyoruz, güneşle çiçeklerin zevkini çıkaramıyoruz, çocukluğumuzu yaşayamıyoruz. AĞLIYORUZ.’ 
İnsanlar bizim için üzülüyorlar, bizi düşünüyorlar. Ama o alçak insanlar bizi yoketmek istiyorlar. Niye? Bunu devamlı kendime soruyorum-niye?
Biz hiçbirşey yapmadık ki. Biz suçsuzuz. Ama ne yazık ki, çaresiziz.
“Buradan uzaklaşmak için kanatlara ihtiyacım var.
Bu da imkansız, çünkü insanlar kuş değil.
İnşallah her şey bir gün geçecek, ben de bir gün çocuk olacağım gene.”

                                           — Zlata Filipovic —
 
İnşallah her şey bir gün geçecek, ben de insan olacağım gene.
Her şey bir gün geçmeden, şiir yazıp, tarihin kapılarından girmekten ötede olacağım ben de.
Büyüyecek, ve ben ergen oldum diye ilk ‘korkunçluğu’ mu akıtırken, Bosnalı bir kızın savaş meydanında dökülen ‘korkunç’ kanlar arasında büyüyen göğüsleri, uzayan boyu, ve ergenleşen sesinin de olduğunu bileceğim ben de. İşte o zaman, seni tam anlamıyla, kendi bedenimde yaşatmış olduğumu fark edeceğim. Ve yaşatıyor olacağım Balkan kızı. 
İnşallah bir gün ben, yazdıklarını, yazdıklarımı okumanın ötesine geçeceğim. Ve yaşıyor olacağım Balkan kızı.
 
İnşallah her şey bir gün geçecek, biz de insan olacağız gene. 

12 Ocak 2013 Cumartesi

ANAM CARA



Sevgili Dostum Nazlı Akın'ın seslendirmesini yapmış olduğu 'Anam Cara' şiirim...

Anam Cara, Eski Gael dilinde, derinden bağlı olunan ‘ruh arkadaşı’ anlamına gelir. Hepimizin hayatlarımızdaki Anam Cara'yı fark etmemizi diliyorum. O, ne olursa olsun dönüp dolaşıp sizi bulandır. O, dönüp dolaşıp bulduğunuzdur. Fiziken orda olmasa da o, herkeste onu bulursunuz. O sizin ruhsallığınız, o sizin dostluğunuzdur.
Herkes için bir Anam Cara, oradadır. Daima. Bugün sahip olduğunuz bu ruh dostluğunu kutladığınız ve kutsadığınız gün olsun. Tüm dostluklar en derin kutsallığa sahiptirler. Bugün, bu derinliğe minnet duymanın Günü olsun.
Anam Cara'yı bulmanın umudu ve bulunmuş olan ruh dostluklarının derinliğinde yeni bir yolculuk olsun.

Tüm Sevgimle...

Anam Cara

Gül kokusu ile geldim,
Bir akşam üzeri idi...

Ellerimde binbir çiçek motifi,
Fakat gül kokusu ile geldim,
Güneş batmak üzere...

Söyle bana bin yıllardır gidip gelen,
Var mı dostluğumuzun bir ismi?
***
Yatağıma uzanıp duruyorum,
Tanrı biliyor kaç gece geçirdim burada,
Bedenim içinde dönüp dolaşıp da,
Bir türlü uykuya dalamadığım.
Ve o gecelerin sonunda,
Ellerimden tutup da kaldıran,
Hep sen oldun,
Sen ve yanındakiler oldunuz.

O gece,
Hilal bir türlü tam bir aya dönemiyordu birden bire.
Bir gecede bir kereden fazla dönemiyor Dünya,
Koynumdaki umutların hızına yetişemiyordu.
‘Herkes gülümseyecek Anam Cara, herkes...’diyorum.
‘Evet...’diyordun. ‘Biliyorum.’

Henüz çocuğum, küçük elbiseler giyip dolaşıyorum gündüzleri.
Sen de çocuksun.
Henüz çocuğuz, kuşların peşinden gidiyoruz hergün.
Fakat, geceleri, o gece,
Uykuya dalamadığım her Moonday,
Kalbimin orta yerinde bir gökgürültüsü,
‘Yukarıdaki bulutlar ne diye bu kadar sessiz?’
Diye dalıp giderken sonuna dek açık pencerelerden,
‘Herkes gülümseyecek Anam Cara, herkes...’ diyorum.
Ve sen yattığın yerde, duyuyor,
‘Evet...’ diyordun. ‘Biliyorum.’
***
Birgün...
Hangi uğuru kalmamış gündü o gün?
Kapanan koyu renkli bir kapının sesini duyuyorum,
Uzandığım yerden.
Şaşkın, korku dolu, çaresiz bir genç kız; ben.
Dolaşıyorum dört duvarı günlerce...
Çıkış yok, varış yok...
Kapı, senle ben arasına kapanan bir kapı.
Ne zaman oldu, neden oldu?
Bilmiyoruz...
Almış kendini, ve aşağı köylerden birine yerleşmişsin,
Sade, doğa dolu bir etraf,
Kendi ellerinle boyadığın küçük, sana göre bir ev...
Bahçede uyurken buluyorum seni,
Fakat dokunmuyorum.
Dokunmak yasak,
Ses etmek de yasak.
Kokumu saklıyorum göğsüme,
Duymayasın diye.
Ve sessizce birkaç şarkı söyleyip,
Uzaklaşıyorum yanından...
***

En sevdiğim bitkilerime soruyorum tepeye döndüğümde;
‘Niçin konuşamıyoruz artık onunla,
Anam Cara nerde?
Uyku da mı, bensiz bir rüyada mı?
Öyleyse de,
Gidip rüyasına bu gümüş aynayı versem?
Bu, onun en sevdiği şey,
Herkesin gülümsediği güne açılacak kapı...’
Ses etmiyor yeşil alem...
Kalpten, kalbime;
‘Arayacaksın, tek yolu bu...’
Diyorlar sade.
*** 
O gün,
Birkaç resim görünüyor gözlerime,
Adım atmadan önce,
Çıkacağım yol üzerinde.
Yalnızım, gene,
Yollara düşmüş,
Peşindeyim sandığım,
Sana giden bir yolda.
Bir resimde yaralı,
Ötekinde aç ve susuzum.
‘Belli ki yol düz değil...’diyorum,
Duyuyor musun?
Oysa, aldırmaksızın,
Resimleri sırtıma vurup,
Eğiliyorum vadinin sırtlarına doğru.


Hazırlan Anam Cara,
Yarın, Güneş doğar doğmaz,
Seni aramaya çıkıyorum,
Senin bana doğru geldiğin yerlerin birinde...

***
Ve sen,
Mutlaka,
Bir yerlerde,
‘Evet...’ diyordun. ‘Biliyorum.’
  

Anam Cara: Eski Gael dilinde, derinden bağlı olunan ‘ruh arkadaşı’ anlamına gelir.
Moonday: İngilizcedeki Pazartesi anlamına gelen ‘Monday’, Moonday sözcüğünden gelir ve anlamı ‘Ay günü’dür.







Nazlı Akın blog: http://nazliakin.blogspot.com/

Şiir, 2007 yılında İndigo Dergisi'nde yayınlanmıştır. -  http://indigodergisi.com/


9 Ocak 2013 Çarşamba

'İçim Dışım Sobe'



Halimden içeri,
Kendi etrafında dönüp duran
Bir ayna misali,
Gökyüzüne kaldırırken başını,
Bir diğer insanın,
Bastığı toprakla karşılaşan,
Yepyeni gözler arayan gözler benimkisi.

İçimdeki dışımdaki, yanımdaki
Ben; sen, o derken,
Kendini keşfetmeye başlamış,
Oyun arkadaşlarını tanıyan,
Işığı takip ederek koşan,
Hep de yakalayamayan biri benimkisi
'İçim dışım sobe.'



8 Ocak 2013 Salı

NOEL ŞARKISI


Noel Şarkısı 
Yüzünde, herkeslerden evvel uyanmanın verdiği o muzırlık,
Bir sırıtma ile dolaşıyordun,
Çok kibar bir sırıtma ile.
Adımların çok hafif, kuş gibi...
Bedenin zarif, üzerindeki kıyafetler ince yünden.
Fakat çocuksusun, sanki hala çocuksun.
Dans eder gibi yürürken,
Köşeden çıkıverecek o sincabın arkasına takılıp,
Tavşan deliğine kadar bir kez daha takip edebilirsin onu...
İşte o Noel sabahı tanıdım seni.

Bu Ekim sabahında,
O Noel’in kokusunu bile duyabiliyorum kardeşim,
Çocuklar, Çam ağaçları, Çam fıstıkları ve Çokça geyik,
Evde, Noel’in kendi kendine pişirdiği bir yemek kokusu,
Sokaklar ise, Noel diye,
Her çocuk mutlu uyuyor diye,
Yataklardan yaydıkları kokuyla dolu.
Duyuyor musun?....
Duyduğun için ayaktasın,
Dolaşıyorsun sabahı.

‘Ve Noel Anne’yi bu yıl da beklemeye devam edeceğim.
Bu gece rüyamda, ya da yarın sabah yatağımda,
Ceplerinde bir armağan ile,
Bana doğru gelecek,
Büyük bir armağan ile.’
Yürürken söylediğin bu şarkıyla,
Havayı boyuyorsun sesinle,
Hissedebiliyorum burdan,
Göremesem de ordan.

Bugün gölgede bir Ekim Güneşi,
Oysa bizim kalplerimizde kar yağıyor kardeşim.
Ve biz hala peşindeyiz.
Onun, Noel Anne’nin.
Defalarca kez o şöminenin içinde yakalansak,
Defalarca kez de geri döndürülsek de,
Gene, peşindeyiz.
Gene, peşindeyiz.
Umutlar nereye sığardı,
Ellerin ceplerde durmazsa donacağı o soğukta?
Güneş, Ekim’in güneşi,
Havada olmayan bir kar,
Umutlar nereye sığardı?
Bunlar mıydı Noel’in sırtında taşıdıkları,
Bundan mıydı yorulup bir Noel Anne doğurduğu?
Bunlar mı beni sana,
Seni bana doğurtan,
Olmayan annemizden?

Sen, buraların yabancısı değilsin,
Bu sokaktaki olmayan karın, ya da tek şömineli evin.
Kardeşim,
O şöminede yuvarlanan,
O şömineden hiç çıkmayacakmış gibi tırmanan,
Ama gene de Noel’in kokusunu duyan,
Bir ‘Biz’ olduk biz yıllarca.

Kardeşim,
Yeniden kar yağmaya başlayana dek,
Sokakların beyazı ile yetin, ve gözlerin yaş görmesin.
Noel bu yıl da gelecek,
Ve şarkısını söylemeden gidecek.
O yüzden sen,
Hiç susma bu yıl...
Ne bu yıl, ne de başka bir yıl,
Hiç susma...



2007 yılında yazdığım eski bir şiirim, İndigo Dergisi'nde yayınlanmıştır